30 Ekim 2011

Ayşe'ye Sürpriz Baby Shower

Blogum sayesinde o kadar güzel arkadaşlıklar kurdum ki Moskova'da... Daha buraya gelmeden önce sevgili Haydins bana Ayşe'den bahsetmişti, önce Ayşe'nin Gazetesi'ni okudum, sonra cesaretimi toplayıp kendisine bir mail attım, güzel bir dostluğun başlangıcı böylece kurulmuş oldu. Ayşe sayesinde Banu ve Fehiman'ı tanıdım, IWC'ye üye oldum ve Moskova'ya bambaşka gözle bakar oldum.
Bizim tatlı Ayşe'miz anneliğe adım atıyor dolayısıyla Moskova'ya veda ediyor. Ne yalan söyliyim ondan ayrılacak olmak beni üzüyor, tek tesellim bu ayrılığın miniş için gerçekleşiyor olması... Tabii ki dostluğumuz asla Moskova ile sınırlı kalmayacak, ne mutlu bize ki İstanbul'daki evlerimiz çok yakın mesafede ;)
Ayşe temelli dönmeden önce ona güle güle, minişe de hoşgeldin partisi düzenlemek istedik. Açıkçası bu partinin fikir anası Zeynep oldu, bu güzel kalbi için buradan ona da kocaman sevgilerimi gönderiyorum!
Hazırlıklar için iki gün Zeynep'e misafir oldum. Bir gün kağıttan süslemeleri yaptık. Diğer gün de pasta ve kurabiyeleri hazırladık. Doğruyu söylemek gerekirse Zeynep hazırladı, ben de onun yamağı oldum ;)
Belki hatırlarsınız; Zeynep doğum günümde bana bu muhteşem pastayı hazırlamıştı. Onun da yolu aynen benim gibi Pastanbul'dan geçmiş, Didem'den eğitim almış sonra İstanbul'da muhteşem kurabiyeler hazırlamaya başlamış, öyle ki bu bir seferde 250 kurabiye hazırlamaya kadar gitmiş. Vallahi bravo diyorum! Hayatımda 2 defa kurabiye yaptım ve 10 tanesini süslemek nerdeyse 2 saatimi aldı. Tanrımmm 250 tanesini düşünemiyorum bile! Büyük sabır işi! Zeynep'in harika kurabiyeleri için Lezzetli Mutluluklar'a göz atabilirsiniz ;)
Zeynep'te o kadar değişik kurabiye kalıpları vardı ki içlerinden seçim yapmakta bir hayli zorlandık. Miniş kız olacağı için şeker hamurunda pembe, sarı ve beyaz renkleri tercih ettik.
Kızlarla hemfikiriz, Zeynep'in bize pasta ve süsleme dersleri vermesi gerekiyor! Bu üstteki kağıt çiçeği 15 tane peçeteden ortaya çıkardık. Küçük boy peçeteleri açtık, bir pembe, bir beyaz gelecek şekilde üst üste 15 tane koyduk ve kedi merdiveni şeklinde katladık. Sonra ortasını iple bağladık. Bazılarının uçlarını üçgen şeklinde kestik ve tüm peçeteleri tek tek açmaya başladık. Ve bunun gibi 5 tane hazırladık. Ortaya bu kocaman çiçek süsler çıktı ;)
Bu bez pastada yine Zeynep'e ait... Yapımı çok basit ve bence görsel olarakta çok şirin :) Bir paket yeni doğan bebek bezleri rulo yapılıp etrafından desenli kurdele geçiyor. İsterseniz pastayı 3 katlı da yapabilirsiniz. Partinin sonunda da bebiş bekleyen anne adayına hediye ediliyor ;) 
Zeynep her detayı düşünmüş... Baby shower ile ilgili yazıları yapışkanlı kağıtlara print etmiş. Kağıtları birlikte kestik ve hazır lolipop çubuklarına iliştirdik.
Kurabiye ve pastanın yanında bir de kırmızı kadife toplardan yaptık. Değişik bir lezzet denemek isterseniz tarifi burada var... Ama biz tarifte biraz değişiklik yaptık, kremasını da kekin içine kattık ve üstüne beyaz çikolata döktük. Kremasını içine kattığımız için biraz daha akışkan bir hal aldı ve top haline getirmek biraz zor oldu ama kırmızı renk gerçekten cezbedici oldu ;)
Bu da minişin pembiş pastası :) İçi mat fıstık ve bitter kuvertür çikolata parçaları ile dolu olan pastayı Zeynep tek başına yaptı. Benim favorim pasta oldu ;) Ellerine sağlık canım!
Tüm hazırlıklar tamam. Şimdi heyecanla Ayşe'nin gelmesini bekliyoruz ;)
Veee minişin annesi geldiiii :) Sürprizimiz karşısında mutluluk gözyaşları döküyor. Dilerim arkadaşımın gözyaşları hayatı boyunca hep mutlulukla akar!
Fehiman'ın elleriyle açtığı böreği ve Banu'nun getirdiği tuzluları da masamıza koyduk, haydi saldırın kızlaaaar :)
En önde giden ben oldum hii hii :) Kaloriler alındı.... amaaaan kimin umrunda ki ;)
O kadar çok yedik ki kurabiyelere yer kalmadı midemizde...
Küçük çaptaki baby shower partimizden alnımızın akıyla çıktık, mutluyuz :)
Ayşe'cim yakında Moskova maceran bitiyor ama şimdi yepyeni bir heyecan başlıyor hayatında... Minişini sağlıkla kucağına almanı ve onunla geçireceğin her anın tadını doyasıya çıkartmanı diliyorum!!!
Çarşamba günü Partizanskaya'da, pek yakında İstanbul'da görüşmek üzereeeee ;)

28 Ekim 2011

Leylek Leylek Havada

Bu sene leyleği havada gördük resmen. Geçen hafta prensimle İstanbul'daydık... Şansımıza da harika bir havaya denk geldik. Özlem giderdik şehrimizle... Haftaya yine yollara dökülüyorum. Ve bu sefer işi iyice azıttım ;) Halletmemiz gereken işleri halledip yeni bir senede dönüyoruz Moskova'ya... Tabii hafif burukluk da var içimde, ne de olsa artık evim burada, düzenim burada, kısa bir ara vermiş olacağım kurslarıma ama İstanbul'da zaman su gibi akacağı için buna katlanmak zor olmayacak. Şimdi koca bir valiz hazırlanmak, işler toparlanmak için beni bekler ;) Hepinize harika bir hafta sonu dilerim şimdiden!

25 Ekim 2011

Van'a yardım için...

Canım ülkemin üstünden kara bulutlar eksik olmadı şu günlerde... Barış dolu günler dilerken başka acılar eklendi üstüne... Açıkçası kelimeler bulmakta zorlanıyorum, insanların yıkıcı gücünü anlayamazken bir de doğanın hiddeti ile yüzleşiyoruz... Tek dileğim başka ocakların sönmemesi...

Ama çaresiz değiliz elbette... Bu kara bulutları elele vererek dağıtabiliriz, yeter ki kalpten gönülden isteyelim, sadece iki dakikamızı/beş liramızı buna ayıralım, nelere zaman ayırmıyoruz/para harcamıyoruz ki öyle di mi...?

Van'da yardım bekleyenler için AKUT yazıp 2930’a mesaj atabilir veya 2868'e boş mesaj atarak Kızılay'a destek olabiliriz.

Ayrıca ablam da Van'a yardım için çok özel bir projeye imza atıyor, bunun için tek yapmanız gereken bir fotoğrafınızı onunla paylaşmanız, detayları blogunda okuyabilirsiniz, sizlerin de değerli katılımlarını bekliyoruz...

Güzel günler hadi gel artık...

20 Ekim 2011

Sessizlik

Bugün bana gelen öfke dolu yorumların ardından kısa bir açıklama gereği duyuyorum... Benim bazen bloguma koyduğum yazılar otomatik olarak yayınlanıyor. Yani evde yoksam, işlerim varsa, bilgisayar başında olamayacaksam önceden hazırlayıp otomatik olarak yayınlanma seçeneğini işaretliyorum. Bugün çekilişi kazananı açıkladığım yazım gibi... Açıkçası şu anda bu açıklamayı yapıyor olmam bile saçma. Ama bazıları benim blogumu gazete ile bir tutuyorlar. Cosmopolitan alıp içinden Hürriyet çıkmasını beklemek gibi birşey... Burasının bir günlük olduğunu unutuyorlar. Ben bilgisayar başında 24 saat vakit geçiren biri değilim. Takdir ederseniz robotta değilim. Duygularımı, hislerimi anında buraya aktarmam mümkün değil. Ama bu benim duyarsız biri olduğum anlamına gelmez. Kimse beni böyle olmakla suçlayamaz. Ülkemden uzaktayım diye ülkemin acılarını görmezden geliyor değilim. Elbette gencecik yaşta solan çiçeklerimizin ardından ben de üzüntü duyuyorum, evlatlarını kaybeden ailelerin yürek yangınını kendi içimde hissediyorum. Kim hissetmez ki?! Giden bizim evlatlarımız, bu ülkenin çocukları... Okumuş olanlar hatırlayacaktır; çok değil daha birkaç ay önce şu yazımda üzüntümü kendi çapımda dile getirmeye çalışmıştım. Ama ne yazık ki bu son olmadı, üstüne yeni acılar eklendi... Peki biz ne yaptık? Bir gün üzüldük, iki gün üzüldük ama üçüncü gün kendi hayatlarımıza geri döndük, bir cafede arkadaşımızla çay kahve içtik, dizilerimize kaldığımız yerden devam ettik, bir filme güldük, çocuğumuzu azarladık, patronumuza kızdık, yemek yedik, seviştik yani hayat bizler için kaldığı yerden devam etti. Ateş sadece ama sadece düştüğü yeri yaktı ve ne acı ki yakmaya devam ediyor... Lütfen birbirimize dürüst olalım...Ve lütfen birine hemen öfke kusmaya başlamadan önce daha hoşgörülü olmayı deneyelim...
Tüm şehitlerimize Allah'tan rahmet, şehit ailelerine sabır diliyorum...
Barış dolu günleri kucaklamamız dileklerimle...
* Photo by Andrey Ivanov...

18 Ekim 2011

Ekim Ayının Süslü Çekilişi

Bu aralar kafamı tamamen sıfırlamam gereken bir dönemden geçiyorum. Yeniden soluk alabilmem ve içimde korkudan ziyade umudun yeşermesi için bunu yapmam gerekiyor. Belki de bu yüzden böyle herşeye saldırıyorum; dikiş, resim, fotoğraf, kitap, müze, sergi vesaire... sırf kendimi oyalamak ve ayrıntıları fazla düşünmemek, kaygı duymamak için, ehh bunda da gayet başarılı sayılırım, bu yüzden öncelikle kendime koca bir afferin gönderiyorum kihh kihhh :) Tabii bu noktada blogumu da es geçmemem gerekir! Henüz bir makinem olmadığı için atölye dışında dikiş dikemeyebilirim, yağmurlu bir havada fotoğraf çekemeyebilirim, bir müzeye gecenin bir vakti gidemeyebilirim ama blogum 7/24 açık ve tek bir amaca hizmet ediyor: beni ve yolu buradan geçenleri mutlu etmek... O halde bu ay blogum güzel bir çekilişi hakediyor ;)
Cilt için ne kadar doğru bu elbette tartışılır ama ben makyaj yapmadığım zamanlarda hep bir eksiklik hissederim, eğer makyajsız çıkmışsam hep aynı soruyu duyarım "aaa ne oldu Noni hasta mısın?" veya "sen ağladın mı bakiyim? ne oldu hadi anlat" gibi... Sanki bir sırrımı açıklıyormuş gibi kısık sesle ve yarı mahçup halde bu benim makyajsız halim der, içimden de niye yapmadım ki diye kendi kendime söylenirim :) Ama makyajı bir tek kendim için yaparım, başkalarına güzel görünmek için değil, kendimi iyi hissetmek için... Bu benim kendimi günlük şımartma yöntemimdir...
Benimle aynı fikirde olan bir okuyucumu da bu ay Beyu'nun pastel tonlardaki far paleti (kendim de severek kullanıyorum), ruju ve ojesi ile şımartmak istiyorum izninizle ;)
Tüm bunlar bu makyaj çantasının (veya mini clutch da diyebiliriz, tercih size kalmış) içinde sahibini heyecanla beklemekte...
Çekilişe katılmak istiyorsanız yapmanız gereken tek şey güzellik sırlarınızı ifşa etmeniz o kadar :)
Mesela; bebek gibi cildimi gül suyuna borçluyum (ay her ünlüde papağan gibi bunu söyler, yalaaaan!), ballı şekerli karışımla dudaklarıma peeling yaparım (bak bu mantıklı ama), gözlerim daha canlı ve parlak görünsün diye içine limon sıkarım (ay bunu ben lisede denediydim uyyy acısını hala dün gibi hatırlarım aman sakın denemeye kalkmayın hatta bu bir sır olarak kalsın ve kimse bilmesin :)) vs... buraya yorum olarak bırakmanız yeterli...
Bol şans dilerim!
İster makyaj desteğiyle ister doğal haliyle, hepsinden en önemlisi aynaya baktığımızda kendimizi sevmemiz ve bu güzelliğin değerini bilmemiz tabii ki ;)
Uyarı! Hamile ve kalbi olanlar fotoya tıklamasınlar!
Bu ayki çekilişin talihlisi 111. sıradaki ESMANUR oldu, kendisini tebrik ediyorum...

17 Ekim 2011

İlk Elbisem

Ta-taaammm işte karşınızda son dikiş eserim! Bu sefer dikiş hocamız İrina'nın talimatları doğrultusunda kendimize klasik bir elbise diktik. Üstümde kısmen görebildiğiniz bu elbise aslında yazlık ama seyahatlerimden ötürü ben daha yeni bitirebildim. Dolabımda boynu bükük şekilde gelecek seneye kadar beklemesine gönlüm elvermedi ve bu haftasonu giydim ;)
Elbisenin önden görünüşü & arka dikişleri...
Tabii hava 5 derece olduğu için ben bu şekilde giyemedim, üstüme bir kazak geçirdim.
Kumaş likralı ve oldukça esnek olduğu için fermuar kullanmamıza gerek kalmadı. Tüm dikişleri bu sefer hocamın yardımı olmaksızın ben yaptım ;) Model olarak her zaman kullanacağım bir elbise olmasa da dikerken gerçekten çok keyif aldım...
Melaba ben capon balığı Noni :)
Hafta sonu kendimi uykuya teslim ettim, vücudumun buna gerçekten ihtiyacı varmış, bunun yüze yansıması da istem dışı botoks olarak kendini gösterdi hee hee :P
Bu seramik küpeler de prensimin bana Hermitaj Müzesi'nden hediyesi...
Ahh seramik çamuruyla oynamayı nasıl da özledim! 1 yıldan fazla bir zaman seramik dersleri almıştım, sıkıntılı günlerimde çok ama çok faydasını gördüm, atölyede saatler nasıl geçer anlamazdım bile, seramikten daha iyi bir terapi tanımıyorum, eğer imkanınız varsa mutlaka deneyin derim...
Bugün resim ve dikişle dolu bir gün olacak...
Umarım sizin için de yaratıcılığınızın doruklara çıktığı bir gün olur ;)
Mutlu haftalar hepimize!

16 Ekim 2011

Tolstoy'un İlk ve Son Durağı

Geçtiğimiz Salı ilk kez Moskova dışına çıktım. Tolstoy'un doğduğu, Savaş ve Barış, Anne Karenina gibi ünlü kitaplarını yazdığı, yaşlılıkta son günlerini geçirdiği ve öldükten sonra da gömüldüğü Yasnaya Polyana'yı görmeye gittik. Öncelikle bu geziyi organize ettiği için sevgili arkadaşım Fehiman'a kocaman teşekkürlerimi gönderiyorum. O olmasaydı, Moskova'ya 3.5 saat uzaklıkta olan bu harikulade yeri görme fırsatı bulamayacaktım.
Bu güzel gezi benim için bir hayli sulu başladı aslında :) Arkadaşlarımla buluşmak üzere evden çıkıp caddede yürüdüğüm bir anda bir araç kasten ve hızlı bir şekilde su birikintisine girip beni sıçana çevirdi :P Hayatımda isteğim dışında ve baştan aşağıya bu kadar ıslandığımı hatırlamıyorum doğrusu! Kendimi kurutana kadar da o kişinin yedi sülalesinin kulaklarını bir güzel çınlattım hii hii :) Neyse, hiçbirşey benim keyfimi kaçıramaz dedim ve yolculuğumuz başladı. Yolumuz uzun olduğu ve etrafta mola verecek yer pek bulunmadığı için hazırlıklıydık. Çay, kurabiye ve sandviçler eşliğinde bir yandan laflayıp, bir yandan da etrafı seyredip zaman nasıl geçti anlamadık...
Tula ve çevresinden geçerken sanki eski bir döneme gitmişiz gibi hissettim, bu gizemli kasabada ve terkedilmiş havası veren evlerin önünde saatlerce kendimi kaybedebilirdim...
Bu arada çok alakasız olacak ama ben çektiğim fotoğrafları yan yana getirirken kimi zaman iki fotoğraf arasında bir bağlantı kurmaya çalışıyorum; mesela burada evin çatısı ve okun ucu ile bağlantı kurdum ;)
Dar bir yola saptık ve gelmek istediğimiz noktaya; Tula'nın 12km. güneybatısında yer alan Yasnaya Polyana'ya vardık...
Girişte oh ne güzel fazla kalabalık yok derken iki dakika sonra o kalabalığın orda bulunduğuna dua ettik zira görevli müzeye sadece rehberli grup eşliğinde girebileceğimizi söyledi. Tolstoy'un müze evini bizim gibi görmeye gelen o okul grubu olmasaydı sanırım 3 buçuk saatlik yolu boşu boşuna gelmiş olacaktık! Tabii çocuklar Rus olduğu için rehber doğal olarak sadece Rusça konuştu, ben kıt Rusçamla pek birşey hatta hiçbirşey anlamadım, neyse ki bizi buraya kadar getiren şoförümüz Ivan Gagavuz Türkü olduğu için bize çat pat çeviri yaptı :)
Kişi başı 300 ruble ödedik ve okul grubunun peşine takılıp bu büyük araziye dalıverdik. 
Rehber birşeyler anlatırken ben nasılsa birşey anlamıyorum diyerek kendimi yeşilin her tonunun yer aldığı doğanın kollarına bıraktım!
Bu araziyi 1763'te Tolstoy'un anne tarafından dedesi olan Prens Nikolai Volkonskiy satın almış. Burada İngiliz ve Fransız bahçeleri kurmuş, huş ve meşe ağaçları diktirmiş... Prens Nikolai ölünce burası tek kızı olan Tolstoy'un annesi Maria'ya kalmış. Tolstoy 1828 yılında burada dünyaya gelmiş. Ne yazık ki Tolstoy anne babasını çok küçük yaşta kaybedince akrabaları tarafından yetiştirilmiş. Tolstoy Sofia ile evlenince onu buraya getirmiş ve 13 çocuğu burada dünyaya gelmiş.
Tüm çocuklar Tolstoy'un da doğduğu aynı deri kanepede dünyaya gelmişler. Biz bu kanepeyi müze haline getirilmiş evin içinde gördük ama fotoğraf çekimi yasak olduğu için Tolstoy'un bu odada çekilmiş eski bir fotoğrafını paylaşabiliyorum sizlerle, bahsettiğim deri kanepe hemen arkasında duruyor...
Tolstoy bu odada üstüne birçok ekleme çıkartma yaptığı, notlar aldığı romanlarını çok küçük bir el yazısıyla yazar ve bunu eşine verirmiş. Sofia gece bu müsveddenin temiz bir kopyasını çıkartır ve ertesi gün Tolstoy yeniden bunun üstünden geçer böylece her bölüm 5-6 kez elden geçermiş. Sofia bu müsveddelerin hepsini saklamış.

Tolstoy Yasnaya Polyana'da yaşadığı dönemde sabahları 7'de kalkar, yazmaya başlamadan önce fiziksel egzersizlerini yapar, parkta yürüyüşe çıkarmış. Hem fiziksel egzersiz olması hem de yazılarındaki köylü yaşamını daha gerçekçi bir şekilde ortaya koyabilmesi için hasat zamanı sık sık köylülerle birlikte çalışırmış.
"Hey burası benim özel mülküm, giremezsin!"
"Sana git dedim hadi gittt!"
Biz geziye spor ayakkabılar, rahat pantolonlar ile geldik, bir de yavruşkanın giyimine bakın, ehh aramızdaki farkı şimdi anlamışsınızdır sanırım ;)
Arazide kısa bir yürüyüşün ardından ismi Kuzminskiy kanadı olarak geçen eve geldik. Babası tarafından inşa edilen bu evi Tolstoy 1859 yılında kendi arazisinde çalışan köylülerin çocuklarını okutmak amacıyla okula çevirmiş ve 3 yıl boyunca burada çocuklara dersler vermiş. Ev 1862 yılında Tolstoy'un eşi Sofia'nın küçük kızkardeşine verilmiş.
Rusya'da çoğu müzeye girişte galoş yerine bu koca çarıklar veriliyor... Artık bu konuda tecrübeliyim, ayağımdan fırlamaması için bağcıkları birkaç kez doluyorum bacağıma ;)
Müzenin içinde fotoğraf çekimi yasaktı ama ben çok beğendiğim bu paltoyu ve alttaki Tolstoy'un eşi Sofia ile ilgili vitrini çaktırmadan çekiverdim. O kadarcık göz hakkı olsun ama di mi canım!
Tolstoy'un Moskova'daki evi ile ilgili yazımda bahsettiğim gibi Sofia çok becerikli bir kadınmış. Dikiş diker, fotoğraf çeker, hikayeler yazar, heykeller yapar, oyuncak alamayan köylü çocuklara özel günlerde hediye etmek üzere tahta kuklalar hazırlarmış.
Bu taşın bulunduğu yerde Tolstoy'un doğduğu ev bulunuyormuş fakat yazdığı kitapların yayınlanması için paraya ihtiyaç duyduğu bir zamanda Tolstoy bu evi satmış ve ev komple buradan kaldırılmış.
Şimdi Tolstoy'un çocuklarıyla birlikte yaşadığı evin önündeyiz...
Açıkçası Moskova'daki müzeden sonra burası beni biraz hayal kırıklığına uğrattı. Tolstoy'un Moskova'da yaşadığı evde tüm eşyalar çok iyi şekilde muhafaza edilmiş ve turistlerin de anlayabilmesi için her odanın önüne İngilizce yazılar asılmıştı ve fotoğraf çekmek yasak değildi. Ama burada eşyalar çok az, fotoğraf çekmek yasak ve hiçbir turist hesaba katılmadığı için herşey Rusça'ydı...
Evin içinden çok dışı beni daha çok büyüledi doğrusu! Şu çiçeğin güzelliğine bakar mısınız lütfen! Eeee yettin ama Noni aç bir botanik kitabını kendin bul diyebilirsiniz ama ben yine de bir sormak istiyorum ;) Bu çiçeğin adını bilen var mı acaba? Ben kendisine vuruldum da!!!
Tolstoy artık hayatını göçebe bir sofu gibi sürdürmek istediği için 1910 yılında ailesini ve tüm servetini bırakmak istemiş. Ama günlük bakımını eşi ve kızları sağladığı için sağlığı evi terketmesine pek elverişli değilmiş aslında... Bu duruma Sofia karşı çıkmış ve büyük bir kavga yaşanmış aralarında... Tolstoy herşeye rağmen kış ortasında evi terketmiş. Söylenenlere göre bu durumu kabullenemeyen Sofia kendini Yaslana Polyana'daki göle atmış ama kurtarılmış. Tolstoy evden çok uzaklaşamadan tren istasyonunda rahatsızlanmış ve kısa süre içinde zatürreden vefat etmiş.
Tolstoy'un naaşı eve getirilerek bu odaya konmuş ve 60.000 kişi onunla vedalaşmak için eve akın etmiş... Bu arada odadaki bu mermer büst Tolstoy'un 37 yaşında tüberkülozdan ölen çok sevdiği abisi Nikolay'a aitmiş. Tolstoy günlüğüne "tüm iyi anılarım onunla bağlantılı..." diye yazmış. Nikolay 10 yaşındayken diğer kardeşlerine insanoğlunun kızgın, sefil ve hasta olmayacağı, hep birlikte mutluluk ve uyum içinde yaşayacağı bir sırrı bildiğini açıklamış. Bu sırrı yeşil bir sopaya yazdığını ve Yasnaya Polyana arazisine gömdüğünü söylemiş. Küçük Tolstoy abisinin gömdüğünü söylediği bu sopayı bitip tükenmeden ararmış. Bu arayış Tolstoy'un tüm hayatı ve çalışması boyunca mecazi anlamda devam etmiş. Ve öldüğü zaman abisinin yeşil sopayı gömdüğünü söylediği araziye gömülmek istemiş.
Tolstoy'un ölümünün ardından 1911 yılında Sofia Yasnaya Polyana'nın resmi müze haline getirilmesi için Çar 2. Nicholas'a başvurmuş. Çar onun bu talebini reddetmiş ama aileye bir maaş bağlayarak evi ve araziyi muhafaza etmelerini sağlamış. 1921 yılında kızı Alexandra tarafından da anıt müze haline getirilmiş.
Tolstoy'un son günlerinden oluşan bu görüntüleri daha önceden de paylaşmıştım, ikinci baskı gibi olacak ama bu sefer Yaslana Polyana'daki evi için yayınlıyorum, o zamandan bugüne kadar burası gerçekten fazla değişmeden korunabilmiş...
Evin etrafından yavaş yavaş uzaklaştık ve orman içinde yürüyerek mezarlığa doğru yol aldık... Burası öylesine sakin ve huzurlu ki Tolstoy'un sonsuz ikametgahı olarak burayı tercih etmesine hiç şaşırmadım...
Ama mezarlığı beni şaşırttı doğrusu... Ne şatafatlı bir kabir, ne bir heykel, ne de bir mezar taşı, hiçbir şey yok sadece doğa, o kadar... Belki bir de hiç durmadan aradığı yeşil sopa, kimbilir...
Onu bu sessizliğin içinde huzurla bırakmak istercesine hemen uzaklaştık yanından...
Ve tekrar orman içinde yürümeye başladık...
Bilmem farkediliyor mu ama bu iki fotoğrafta soldaki göl ve sağdaki parmağın kıvrımı arasında bir bağlantı kurdum ;)
Gölün üstündeki bu kulübenin ne olduğunu merak ettik...
Yaklaşınca buranın eskiden banyo olarak kullanıldığını ve kimse görmesin diye etrafının böyle çevrili olduğunu anladık...
İki müze ve orman içinde yürüyüşün ardından ne kadar acıktığımızı fark ettik. Müzenin hemen karşısında bir lokanta vardı, kapısını aralayıp içeri girdik.
Menüde ballı cevizli bilini (krep) gözüme çarptı hemen ;) Ama masamızla ilgilenen garson kadın o kadar asabiydi ki bu güzel doğanın içinde böylesine negatif enerjiyle yüklü olmasına anlam veremedik...
Garsonun değil ama bizim yüzler gülüyor, ehh karnımız doydu tabii özellikle benimkisi malum açken çekilmez bir böcüğe dönüyorum ben ;)
Saatimiz 4'e doğru gelirken Moskova'nın iş trafiğine yakalanmamak için bu güzel doğa ile zoraki vedalaştık. 
Bu sefer bilgiden daha çok fotoğraflara yer verdiğim bir gezi oldu. Umarım siz de en az benim kadar keyif almışsınızdır ;) Hepinize doğayı kucaklayabileceğiniz bir pazar dilerim!

* Tolstoy'un Moskova'daki eviyle ilgili yazımı da buradan okuyabilirsiniz...
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...